flickr

Angela'nın Külleri: Hatıralar


Pulitzer ödüllü yazar Frank McCourt'un kendi hatıralarını kaleme aldığı Angela'nın Külleri adlı otobiyografik romanını anlatmak için, doğru kelimeleri bulmakta zorlanıyorum. Neden mi? Öncelikle eser o kadar etkili bir dil ile kaleme alınmış ki, insan kendisini kitabın içerisinde, küçük Frankie ve kardeşlerinin, anneleri Angela ile birlikte hayata karşı yürüttükleri amansız kavgaları arasında yitiriyor. Bir anda eserden kopuyor ve kendinizi, anıların dipsiz karanlığı içerisinde süzülerek anneninizin yanı başında bulabiliyorsunuz. Öyle ki, o, en değerli varlığınızın sizlerin adına yaptığı fedakarlıklarla bezeli oldukça canlı bir anılar geçidinde sıraya girmiş küçük bir yaramaz çocuk olarak, geçmişinize dokunacak kadar yaklaştığınızı hissedebiliyorsunuz. Ve çok daha önemlisi ise savaşlar, açlık, sefalet ve anlamsız bir köktenci sapkınlık içerisinde doğru yoldan çıkan kalabalık gürühlarla çevrili bir tarihe ait olduğumuz gerçekliğini, dört dörtlük bir kurgu ile anlatıyor bu eser. Geçmişimizin ve geleceğimizin, asla birbirinden farklı olmadığını ve bizler istemediğimiz müddetçe de asla olamayacağını inkar edilemeyecek bir açıklıkla okuyucusunun yüzüne çarpıyor. Evet, belki de aradığım kelime bu; çarpıcı! Eser tek kelime ile, çarpıcı!

Epsilon Yayınevi tarafından, 2000 yılında basılan ve Neşe Olcaytu'nun çevirisi ile okuma ayrıcalığına eriştiğim bu eser, toplamda 458 sayfa sürecek olan benzersiz bir dünyanın kapılarını bizler adına aralıyor. Kapağında küçük Frankie'nin yer aldığı eserin baskı kalitesi ise basım yılına oranla tatminkâr bir seviyede seyrediyor. Saman kağıda basılan kitap, bir kaç çeviri hatasının dışında oldukça akıcı bir şekilde bitip gidiyor. Öyle ki, son sayfaları okurken insan elinde olmadan okuma hızını düşürüyor. Biraz daha uzatmalı ki, bu edebi şaheserden biraz daha fazla keyif almak mümkün olabilsin...

Peki ama ne anlatıyor Frankie bizlere kitabında? Giriş paragrafında, bu konuya dair biraz da olsa değindim aslında. Genel olarak eserin ana hatları ise şu şekilde. Frank McCourt kitabının giriş cümlesinde bizlere şunları söyler: "Geriye bakıp çocukluğumu anımsadığımda, nasıl hayatta kalabildiğime hâlâ şaşarım. Kötü bir çocukluktu; mutlu bir çocukluğun pek kayda değer yanı yoktur zaten. Sadece mutsuz bir çocukluk geçirmiş olmak da, mutsuz bir İrlandalı çocuk olmak kadar kötü değildir. Bundan da kötüsü mutsuz bir İrlandalı Katolik çocuk olmaktır." 

Büyük Buhran döneminde New York'un Brooklyn bölgesinde, Frankie'nin sözleri ile, bir heyecan sonucunda dünyaya gelen Frank McCourt'un hayatı asla kolay olmayacaktır. Girdiği hiç bir işte dikiş tutturamayan koyu katolik ve İrlanda milliyetçisi olan baba figürü, bu olumsuzlukların ana ateşleyicisidir. Anne Angela ise ardı ardına kaybettiği çocuklarının yasını tutan Güney İrlandalı iyi bir ailenin şanssız kızını simgelemektedir. Çocukları için kendi hayatını ortaya koyan Angela'nın Külleri ise, adeta kendi yaşam tozlarından hayat bulan anka kuşlarında olduğu gibi, biricik evlatlarına da yaşama şansını sunacaktır. Ve nitekim kitap boyunca süren bütün bu karamsarlığa karşı, Frankie hayatını kurtarmak için çabalamaktan asla vaz geçmeyecektir. 

Doğrusu, Frank McCourt'u takdir ediyorum. Bu otobiyografik romanında ele aldığı olayları anlatabilmek, yazarken her birini yeniden yaşayabilmek onun için hiç de kolay olmamıştır. Ama yine de, bütün bu olumsuzlukları anlatırken baş vurduğu esprili ve kinayeli dil ise okuyucuyu esere ısıtmaya yetiyor da artıyor bile. 
Eseri, 10 üzerinden bir eksiğine dahi layık göremem; görmemeliyim!


Share this:

YAZAR HAKKINDA

Ceyron Louis

2010-14 yılları arasında Mersin Üniversitesi Gazetecilik Bölümü'nde okudu. Bölümününden birincilik, fakültesinden ise ikincilik derecesi ile mezun oldu. Akademik çalışmalar, yazarlık, fotoğrafçılık ve grafikerliğe dair ürettiği ürünler ile eleştirel akla katkılarını sunmaya devam etmektedir.

    Blogger Comment
    Facebook Comment

0 yorum :

Yorum Gönder